Uzadıkça Daha Yakın…
“Kız kardeşlik” kavramı feminist düşüncede kadınlar arasındaki dayanışma bağını ifade eder. Kadınların dayanışması süreci, farklılıkları yadsımadan, yaşamsal deneyimlerle şekillenen evrensel kız kardeşlikler ile kurulur. Kadınların sadece toplumsal cinsiyet bağlamında karşılaştıkları eşitsizliği değil, sosyal sınıf, etnik köken ya da ırka dayalı farklılıklara rağmen ancak “eşit” kız kardeşliği savunmak evrensel bir dayanışmayı mümkün kılabilir.
Fulya Çetin, maskülen düşüncelerin baskın olduğu, denetlediği ve egemenlik kurduğu bir dünyada kadınların var olma, bilme ve düşünme biçimlerini gözeterek, farklı varoluşlara sahip kadınlara dair bir duygudaşlık kuruyor. “Uzadıkça Daha Yakın” ile sanatçı, kadınların mikro düzeyde özgün deneyimlerini gözeterek onlar arasında evrensel ortaklıklar ve bağlar kuruyor. Fulya Çetin, kadınların tarihsel, yaşamsal, psikolojik ve varoluşsal deneyimlerinden onlar için güç kaynağı olacak mikro dayanışma biçimlerine dair bağları “saç örgüsü” metaforuyla ortaya çıkarıyor. Tarihsel olarak gelenek, inanç, güzellik, itibar, statü ve özgürlüğe dair anlamlarla yüklü olan saç, yaşam, ölüm, matem gibi çeşitli kavramların da sembolik aktarımını içeriyor. Kültürel işaretlerin taşıyıcısı konumunda bir sembol olarak saç örgüsü Fulya Çetin için bir imgenin tetiklediği kişisel hafızasızdan referansla ortaya çıkıyor.
Fulya Çetin’in medyada tanık olduğu bir habere dair görüntü “Uzadıkça Daha Yakın”ın çıkış noktasını oluşturuyor. Habere konu olan fotoğrafta, bindikleri teknede ağırlıktan kurtulmak için kökünden kesilip denize atılmış bir tutam saç örgüsü görülüyor. Göçmen bir kadına ait olduğu söylenen bu saç örgüsünü o anda kâğıda aktaran sanatçı, bu imgeyle kadınlar arasındaki kız kardeşlik bağına ve mikro dayanışma biçimlerine odaklanıyor. Sanatçı, küçük bir kız çocuğuyken anneannesinin onun saçlarını örmesini, örerken onunla yaptığı anlatma/dertleşme seanslarını, bu kısa zaman dilimi içinde iki kadın arasında oluşan bir tür sırdaşlık ve gizli dayanışma anlarını, bu anların yarattığı terapötik etkiyi anımsıyor. Bu anıdan yola çıkan Fulya Çetin, kısa süreli küçük ortaklıkların kurulması ve deneyimlerin paylaşılması düşüncesiyle, çalıştığı okulda kat görevlisi olan bir kadının siyah, gür ve uzun saçlarını tarayıp örüyor. Bu iki kadının kişisel hikayelerini, yüz yüze bakmadan şefkatle, özenle, cesaret, samimiyet ve içtenlikle paylaştıkları bu anlardan oluşan “Uzadıkça Daha Yakın”, mahrem bir dayanışmanın tezahürü olarak şekilleniyor. Çalışma, karakalem saç örme ritüelinin tekrarlarıyla kurgulanmış bir animasyon-video olarak izleniyor. Fulya Çetin’in desenlediği 517 adet resimden oluşan video da saçlar birbirine düğüm oluyor, bağlanıyor, eller saçlarla temas ediyor, örgü şekilleniyor, uzuyor ve her seferinde bu döngü yeniden başlıyor. Sanatçı, bağ kurmanın, diyaloğun ve yakınlaşmanın meditatif derinliğini duyumsarken, bu imgeyi tekrar tekrar çizerken kendisinde yarattığı şifanın da etkisini yansıtıyor.
“Uzadıkça Daha Yakın”, kişisel deneyimin yeniden tanımlanmasını içerirken, kişisel olan politik olana dönüşüyor, Fulya Çetin, “kadın olma” olgusuna dair özel deneyimlerin anlatılması/aktarılması aracılığıyla yaratılabilecek bir duygudaşlık, kolektif bir dayanışma düşüncesine işaret ediyor.
Derya Yücel
The Longer The Closer…
The concept of “sisterhood” signifies the bond of solidarity between women in feminist thought. Women’s solidarity is established by universal sisterhoods shaped by life experiences, without denying differences. Advocating not only the elimination of inequality that women face in terms of gender, but also “equal” sisterhood despite differences based on social class, ethnicity or race can make a universal solidarity possible.
In a world where masculine thoughts dominate, control and domineer, Fulya Çetin builds sympathy for women with different backgrounds by observing the way women exist, know and think. With “The Longer Closer”, the artist establishes universal partnerships and bonds between women by considering their unique experiences at the micro level. Fulya Çetin reveals the ties between women’s historical, vital, psychological and existential experiences, and the forms of micro-solidarity that empower them, with the “braid” metaphor. Hair, which has historically been charged with meanings related to tradition, belief, beauty, dignity, status and freedom, also includes the symbolic transfer of various concepts such as life, death and mourning. The braid, as a symbol that is the bearer of cultural signs, is a reference to a personal memory of Fulya Çetin triggered by an image.
The photo of a news story that Fulya Çetin saw in the media is the starting point of “The Longer the Closer”. The photograph is that of a braid of hair that was cut from the root and thrown into the sea to shed unnecessary weight on the boat they boarded. Transferring this braid, which is said to belong to a migrant woman, to paper at that moment, the artist focuses on the sisterhood bond and the forms of micro-solidarity among women. The artist remembers her grandmother braiding her hair when she was a little girl, the conversations she had with her while she was braiding it, the moments of confidentiality and secret solidarity that occurred between the two women in this short period of time, and the therapeutic effect these moments created. Based on this memory, Fulya Çetin combs and braids the black, thick and long hair of a woman who is a floor attendant at the school where she works, with the idea of establishing short-term small partnerships and sharing experiences. Consisting of these moments when these two women share their personal stories with compassion, care, courage and sincerity without looking into each other’s faces, “The Longer The Closer” is formed as a manifestation of intimate solidarity. The work is an animation-video of loops consisting of charcoal drawings of the braiding ritual. In the video, which consists of 517 pictures patterned by Fulya Çetin, the hair is knotted and tied; hands mingle into the hair, the braid is shaped and grows longer, and this cycle rinses and repeats. While the artist feels the meditative depth of bonding, dialogue and intimacy, she also reflects the effect of her self-healing as she draws this image over and over.
While “The Longer the Closer” includes the redefinition of personal experience, the personal turns into the political. Fulya Çetin points to the idea of a sympathy, a collective solidarity that can be created through the narration/transmission of special experiences regarding the phenomenon of “being a woman”.
Derya Yücel
2019
‘Dağların, Taşların Ağladığı Gün’de
İyimser Olmayan Bir Umuda Sarılmak“… sürekli hafızadan söz etmemizin bir tek nedeni olabilir:
Artık hafıza yok”[1]Toza dumana bulanmış bir geçmişin enkazında, acının, ölümün, yıkımın, yok etmenin, bastırmanın başıboş hırçınlığının kol gezdiği bir “gün”de, günden geriye ne kalır? Öyle ki çok uzun zamandır öyle bir gün, her gün öyle bir dünün tekrarı ise… Fulya Çetin, “Dağların, Taşların Ağladığı Gün”de kendi iç sesini kolektif bilince eklemliyor, unutulanı, unutulmaya zorlananı, sıkı sıkıya tutulan bir matemden iyimser olmayan umuda doğru akan bir hissiyatla ortaya çıkarıyor. Sanatçı, insanı/vicdanı gücendiren bir şiddette paylaşılan, ortak olunan ya da ortak kılınan toplumsal acıyla, utançla, bıkkınlıkla, acizlikle, korkuyla ve hissizlikle giriştiği mücadelesi içindeki umudu yoğurup biçimlendiriyor. Ve aynı zamanda umudun çabayla ve gayretle sarılması gereken bir sorumluluk olduğunun da bilincine işaret ediyor.
Umutlu olmak ve iyimserlik arasındaki muğlak hattı belirginleştirmeye çalışan Eagleton, umudun, bizi şimdiyle radikal bir uzlaşmazlık içinde tutması bakımından tarihin süreğen bir altüst edilişine kaynaklık ettiğini ileri sürer.[2] Çünkü, “makul iyimser”lik[3] kör bir bakışa dönüşebilir, şimdinin ve geçmişin yükünü, geleceğe inanılan günlere hapsederek bir yanılsama yaratabilir ve gerçekler karşısında dayanıksız hale gelerek bizi edilgenliğe götürür, içinde bulunduğumuz durumun vahametini görmemizi engelleyerek süregiden statükonun desteklenmesine sebep olabilecek bir alan yaratır. Öte yandan umut etmek, vahim olanın çoktan gerçekleştiğinin kabulüne dair bir işaret olabilir. Dolayısıyla bizi içinde bulunduğumuz vehametin dönüştürülmesi gerektiğine ikna edebilir. Benjamin’in de belirttiği gibi “politik değişimin olmazsa olmaz koşulu iyimserliğin reddidir.” İyimser olmayan bir umut, ne felaketçi bir karamsarlık ne de gerçekçi olmayan iyimser bir yanılsamadır. Fulya Çetin de “Dağların, Taşların Ağladığı Gün”de önce yaşadığı topluma, tanık olduğu zamanlara bakıyor. Politik gerçekliklerden gündelik rutinlere erkin, iktidarın, tahakkümün yok olmadığı, yalnızca kılık değiştirdiği bir gerçekliği kötümserlik iklimi içinde tartıp tartışıyor. Sanatçı, kendi iç sesiyle tartıştığı bu etik, ideolojik, politik, kavramsal ve estetik olgulara karşı aynı anda biriktirdiği sancılı yılgınlığına ve mücadele direncine iyimser olmayan bir umutla sarılıyor. Fulya Çetin, insanda kaybolan vicdanı talep ediyor, yüzünü kaskatı kesilmiş vicdanlardan dağlara, taşlara çeviriyor.
“Dağların, Taşların Ağladığı Gün”, sanatçının uzun zamandır pratiğinde ele aldığı tekrar, iz, tanıklık etme, hatırlama, unutma, görsel çağrışım, uzağa bakma, sessiz kalma, sıradanlaştırma gibi düşünsel ve ruhsal hallerini birbirlerine karışan ve iç içe geçmiş üç ayrı mekanda kurguladığı düzenlemelerde ortaya çıkarıyor. İzleyiciyi karşılayan ilk yerleştirme, beton kütlelerle kaynaşmış kuru ağaç dalları ve bu dallar arasında aynı anda hem bir labirent hem de bir patika oluşturan tüllerden oluşuyor. İkinci odada duvarı kaplayan çocuk portreleri gittikçe silikleşen bir hafızaya tanıklık ediyor. Üçüncü odada ise mekanı diagonal olarak bölen beton bir duvarın üzerinde yüzeye sabitlenmiş resimlerden oluşan yerleştirmeye, sanatçının sergiye adını veren kitap-resimleri eşlik ediyor. Bu kitaplar, izleyiciye “Dağların, Taşların Ağladığı Gün”e bakmayı, dokunmayı salık veriyor. Sanatçı, son dönemde içinden koparıp atarcasına yoğun bir üretim itkisiyle gerçekleştirdiği resimlerinde, yüzey üzerindeki bilinçli kontrolünü elden bırakmayı seçerek akışkan ve rastlantısal bir jeste kendini teslim ediyor. Yüzler, ağaçlar, dağlar, nehirler, yer yer keskinleşen, sertleşen ve çamurlaşan çizgilere, bazen de gittikçe silikleşen, belirsizleşen ve yok olan lekelere dönüşüyor. Sanatçının resimlerinde kendini hissettiren bu gerilim, çalışmaların düşünsel zeminini oluşturan kavramlar dışında, üretiminde ele aldığı mecranın gerektirdiği ustalık ve yetkinlikten bilinçle vazgeçtiğinin altını çiziyor. Bu yaklaşımı, sanatçının kullandığı malzemeler arasındaki ortaklık ve uyumu arayışın aksine uyumsuzlukların, çekişmelerin, redlerin temasından doğan bir diyaloğu araştırdığını kanıtlıyor. Kağıdın, tuvalin, bezin, boyanın, suyun, çamurun, betonun ve her tür malzemenin üzerindeki “tahakküm”ünden vazgeçen sanatçı, yüzeyle kendisi arasında tesadüfe, akışa ve kestirilemez olana alan açan bir hemhal olma halinin peşinden gidiyor.
Rancière’in belirttiği gibi, sanatı politik kılan temel unsur, dünyanın düzenine dair aktardığı mesajlar ve duygular ya da toplumun yapılarını, toplumsal kimlikleri temsil etme tarzı değil. Tam da bu işlevlerle arasına koyduğu mesafe, tesis ettiği zaman ve mekân, bu zamanı şekillendirme ve bu mekânı doldurma tarzı, sanatı siyasal kılıyor.[4] Fulya Çetin de, yalnızca kullandığı malzeme ve mecraların içkin dilinde değil ele aldığı meselelerin derin politiğine de uygun bir mesafe alarak unutmanın, hatırlamanın ve tanıklığın imkan(sız)lığını dile getiriyor. Sanatçı, bilinçaltına itilmiş toplumsal travmalarla ve telafisi mümkün olmayan bir geçmişin yüküyle bağ kuran, kolektif belleğin faillerinin bilincinde ve mağdurlarıyla ortak acıyı paylaşan, temsil edilemez olanı kamusal alana taşıyan bir tanık olarak karşımıza çıkıyor. “Dağların, Taşların Ağladığı Gün” dünde yitirilen ne varsa geri getiremese de yitirilmiş olanı hafızaya geri çağırırken yarına karşı iyimser olmayan bir umudu bu “gün”de yakalamaya çalışıyor.
DERYA YÜCEL
[1] Pierre Nora, Hafıza Mekânları, çev. Mehmet Emin Özcan, Ankara: Dost Kitabevi, 2000, s.17
[2] Terry Eagleton, İyimser Olmayan Umut, Çev. Emine Ayhan, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2016
[3] Matt Ridley, Akılcı İyimser: Refahın Evrimi, Çev. Mehmet Doğan, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2013
[4] Jacques Rancière, Estetiğin Huzursuzluğu, çev. Aziz Ufuk Kılıç, İstanbul: İletişim Yayınları, 2012, s. 27
On ‘the Day the Mountains and Stones Cry’,
Clinging to a Non-optimistic Hope
“…there can be an only one reason why we’re constantly talking about memory:
There is no more memory” [1]
What remains of the “day”, in a day in the wreckage of a dust-filled past, surrounded with pain, death, destruction and suppression? It is such a day for a very long time, every day is a repetition of such a yesterday…In “the Day the Mountains and Stones Cry’”, Fulya Çetin adds her inner voice to collective consciousness and reveals the forgotten and forced to be forgotten with a feeling flowing from mourning to a non-optimistic hope. The artist shapes hope in her struggle which she engaged with social pain, shame, boredom, helplessness, fear, numbness shared with a violence that strengthens human / conscience. And She also points out the awareness that hope is a responsibility that must be embraced with effort and effort. Seeking to clarify the ambiguous line between hopefulness and optimism, Eagleton argues that hope is the source of the chronic disruption of the history which keeps us in radical disagreement with today.[2] Because “reasonable optimism”[3]can turn into a blindsight, it can create an illusion by imprisoning the burden of the present and the past to the days believed in the future, and it can make us passive by becoming useless in the face of the facts, and it create an area to be supported for continuing status quo by preventing us to see the brutality of the current situation. Hope, on the other hand, can be a sign that the trouble is already occurred and acknowledged. Therefore, it can convince us that the trouble we are in must be transformed. As Benjamin points out, “the indispensable condition of political change is the rejection of optimism.” A non-optimistic hope is neither a catastrophic pessimism nor an unrealistic optimistic illusion. In “‘the Day the Mountains and Stones Cry’”, Fulya Çetin, firstly, looks at the society she lives in and the times she witnessed. She evaluates and discuss a reality still having a domination, power and government from political realities to daily rutins in a pessimistic environment. The artist embraces the pain and struggle resistance which she has accumulated against these ethical, ideological, political, conceptual and aesthetic phenomena, which she debates with her own inner voice, with a non-optimistic hope. Fulya Çetin demands the conscience lost in human beings and turns her face from stiff-cut conscience to mountains and stones.
“the Day the Mountains and Stones Cry’” shows the intellectual and mental states ,which the artist handles with long-established practice, like repetition, witnessing, remembering, forgetting, visual connotation, looking away, keeping silence, making ordinary in three different intertwined places. First installation meeting the audience consists of dry tree branches fused with concrete masses and tulles forming a path and , at the same time, a labyrinth between the tree branches. In the second room, portraits of children covering the wall witness an increasingly faded memory. In the third room, the installation consisting of paintings fixed to the surface on a concrete wall that divides the space diagonal is accompanied by the artist’s book-paintings that give the exhibition its name. These books advise the viewer to look and touch “the Day the Mountains and Stones Cry’”.
In her paintings, which she has recently produced with intense production impulse, the artist chooses to give up her conscious control over the surface and delivers herself in a fluid and random gesture. Faces, trees, mountains, rivers, occasionally become sharp, stiffening and muddy lines and sometimes they become increasingly faint, vague and disappearing stains. This tension, which makes itself felt in the artist’s paintings, underlines that, with the exception of the concepts that form the intellectual ground of the works, she gives up consciously to the mastery and competence required by the medium in her production. This approach proves that the artist explores a dialogue that emerges from the theme of incompatibilities, conflicts and rejections, as opposed to seeking partnership and harmony between the materials she used. The artist, who gave up her “domination” over paper, canvas, cloth, paint, water, mud, concrete and all kinds of materials, allows a space between the surface and herself that opens up a space for chance, flow and unpredictability.As Rancière points out, the main elements that make art political are not broadcast messages and feelings about the world order, or the way they represent the structures of society or social identities. The distance it places with these functions, the time and space it establishes, the way it shapes and fills this time and space, makes art political. [4] Fulya Çetin expresses the (im)possibility of forgetting, remembering and witnessing by taking a suitable distance not only in the immanent language of the materials and media she uses, but also in the deep politics of the issues she deals with. The artist emerges as a witness who connects to the subconscious social traumas and the burden of an irreparable past, is aware of the perpetrators of the collective memory, shares the collective pain of victims and carries the unrepresentable into the public sphere. Even though “the Day the Mountains and Stones Cry’” cannot bring back what was lost in yesterday, it call it back to the memory and tries to capture a hope that is not optimistic about tomorrow in to“day”. DERYA YÜCEL
[1] Pierre Nora, Hafıza Mekânları, çev. Mehmet Emin Özcan, Ankara: Dost Kitabevi, 2000, s.17
[2] Terry Eagleton, İyimser Olmayan Umut, Çev. Emine Ayhan, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2016
[3] Matt Ridley, Akılcı İyimser: Refahın Evrimi, Çev. Mehmet Doğan, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2013
[4] Jacques Rancière, Estetiğin Huzursuzluğu, çev. Aziz Ufuk Kılıç, İstanbul: İletişim Yayınları, 2012, s. 27
Dün/Yesterday
2017
Fulya Çetin’in Martch Art Project’le nisan ayında gerçekleştireceği “Dağların Taşların Ağladığı Gün” ismini taşıyacak olan sergisini işaret eden işlerden oluşan “DÜN”, son yıllarda üst üste verdiğimiz kayıplar, ölümün ayrıştırılması ve imgenin yok edilmeye çalışılması üzerine şekilleniyor. Yaşamın kendisi ölümle yüklüdür (Bataille) ve .lüm hepimizin yalnızca aklıyla anlamaya çalıştığı değil, aslında tüm varlığıyla hissettiği bireysel bir gerçekliktir. İnsan yaşamı diğer canlılara nazaran her zaman ‘biricik’tir. Hatta öyle biriciktir ki .lümle fiziki olarak iç içe yaşamamıza rağmen onu zihinsel olarak yaşamın dışına itmeye çalışırız. Bu sebeple ölme fikrinden sıyrılmaya, hafızalarımızı yaşama edimiyle doldurmaya ve sonlu yaşam yokmuş gibi davranmaya yöneliriz.
Foucault’un iktidarın tek müdahale edemediği yer olarak gösterdiği .lüm savının tam aksine iktidarın belki de en fazla ölme ve yolculama biçimleri üzerinden .lüme tasarruf etmesi ölmekte olanlar kadar geride kalanları da şekillendirir. Sergide tam da bu noktaya dikkat çekmek isteyen sanatçı, izleyiciyi Dün’e d.nük kendiyle hesaplaşmaya davet ediyor.
Sergide yer alan işler sahip olduğumuz .zgürlük yanılmasının içinde duyarsızlaşmamıza karşı doğanın sitemine ayak uydurur gibi yer yer çamurlaşıyor. Böylece sanatçı yıllar içinde geliştirdiği titiz pratiğinin aksine kontrolü elinden bırakarak yapıtların kendi dilini konuşmasına izin veriyor.
Nisan ayında açılacak olan ana serginin tüm referanslarını taşıyan bu ü. işin kurduğu görsel dil kaybolan lekelere d.nüşüyor. Günden güne silikleşen ve uyuyan hafızalarımızı uyandırmaya çalışan sergide .lümün değişen yüzü, toplumsal değişimin bir yansıma veya dışavurumu olarak karşımıza çıkıyor.
An, bir çocuğa benziyor. Hatırlamak bir çocuğu hatırlamak gibi. Bazen. Unutmamayı becerdiğinde, o çocuk biraz daha sertleşmiş tırnakları, gittikçe dünyevileşmiş derisi ve parlaklığını az kaybetmiş gözleriyle büyüyerek yürüyor sana doğru. En iyi ihtimalle. O çocuk ama tam da o değil. Bazen o çocuk zaten artık yok.
An, ağaca, dalgaya benziyor. Ne yaparsan yap, o saniyeyi mükemmelen hatırlamak mümkün değil. Ne ağacı ne dalgayı mükemmelen görmek mümkün olduğundan. Muhtemelen. Ne önemi var? Zaman toprak, zaman deniz. Dallara, filizlere, çürümeye, filizlere ve dallara inanıyoruz. Buluta,suya.
PINAR ÖĞÜNÇ
The moment resembles a child. To remember is like remembering a child. Sometimes. When you manage not to forget, that child walks towards you, nails hardened a little more, skin all the more earthly, eyes lacking a little lustre, growing up. At best. It’s that same child – but then, not exactly. And at times, that child no longer exists.
The moment resembles a tree, a wave. No matter what you do, it is impossible to perfectly remember that moment. Since it is impossible to perfectly see neither the tree nor the wave. Probably. Does it matter? Time is earth, time is sea. We believe in branches, buds, in decay, in branches and buds. We believe in water, in clouds, in water.
PINAR ÖĞÜNÇ
‘Dağların, Taşların Ağladığı Gün’de
İyimser Olmayan Bir Umuda Sarılmak
‘“… sürekli hafızadan söz etmemizin bir tek nedeni olabilir:
Artık hafıza yok”[1]
Toza dumana bulanmış bir geçmişin enkazında, acının, ölümün, yıkımın, yok etmenin, bastırmanın başıboş hırçınlığının kol gezdiği bir “gün”de, günden geriye ne kalır? Öyle ki çok uzun zamandır öyle bir gün, her gün öyle bir dünün tekrarı ise… Fulya Çetin, “Dağların, Taşların Ağladığı Gün”de kendi iç sesini kolektif bilince eklemliyor, unutulanı, unutulmaya zorlananı, sıkı sıkıya tutulan bir matemden iyimser olmayan umuda doğru akan bir hissiyatla ortaya çıkarıyor. Sanatçı, insanı/vicdanı gücendiren bir şiddette paylaşılan, ortak olunan ya da ortak kılınan toplumsal acıyla, utançla, bıkkınlıkla, acizlikle, korkuyla ve hissizlikle giriştiği mücadelesi içindeki umudu yoğurup biçimlendiriyor. Ve aynı zamanda umudun çabayla ve gayretle sarılması gereken bir sorumluluk olduğunun da bilincine işaret ediyor.
Umutlu olmak ve iyimserlik arasındaki muğlak hattı belirginleştirmeye çalışan Eagleton, umudun, bizi şimdiyle radikal bir uzlaşmazlık içinde tutması bakımından tarihin süreğen bir altüst edilişine kaynaklık ettiğini ileri sürer.[2] Çünkü, “makul iyimser”lik[3] kör bir bakışa dönüşebilir, şimdinin ve geçmişin yükünü, geleceğe inanılan günlere hapsederek bir yanılsama yaratabilir ve gerçekler karşısında dayanıksız hale gelerek bizi edilgenliğe götürür, içinde bulunduğumuz durumun vahametini görmemizi engelleyerek süregiden statükonun desteklenmesine sebep olabilecek bir alan yaratır. Öte yandan umut etmek, vahim olanın çoktan gerçekleştiğinin kabulüne dair bir işaret olabilir. Dolayısıyla bizi içinde bulunduğumuz vehametin dönüştürülmesi gerektiğine ikna edebilir. Benjamin’in de belirttiği gibi “politik değişimin olmazsa olmaz koşulu iyimserliğin reddidir.” İyimser olmayan bir umut, ne felaketçi bir karamsarlık ne de gerçekçi olmayan iyimser bir yanılsamadır. Fulya Çetin de “Dağların, Taşların Ağladığı Gün”de önce yaşadığı topluma, tanık olduğu zamanlara bakıyor. Politik gerçekliklerden gündelik rutinlere erkin, iktidarın, tahakkümün yok olmadığı, yalnızca kılık değiştirdiği bir gerçekliği kötümserlik iklimi içinde tartıp tartışıyor. Sanatçı, kendi iç sesiyle tartıştığı bu etik, ideolojik, politik, kavramsal ve estetik olgulara karşı aynı anda biriktirdiği sancılı yılgınlığına ve mücadele direncine iyimser olmayan bir umutla sarılıyor. Fulya Çetin, insanda kaybolan vicdanı talep ediyor, yüzünü kaskatı kesilmiş vicdanlardan dağlara, taşlara çeviriyor.
“Dağların, Taşların Ağladığı Gün”, sanatçının uzun zamandır pratiğinde ele aldığı tekrar, iz, tanıklık etme, hatırlama, unutma, görsel çağrışım, uzağa bakma, sessiz kalma, sıradanlaştırma gibi düşünsel ve ruhsal hallerini birbirlerine karışan ve iç içe geçmiş üç ayrı mekanda kurguladığı düzenlemelerde ortaya çıkarıyor. İzleyiciyi karşılayan ilk yerleştirme, beton kütlelerle kaynaşmış kuru ağaç dalları ve bu dallar arasında aynı anda hem bir labirent hem de bir patika oluşturan tüllerden oluşuyor. İkinci odada duvarı kaplayan çocuk portreleri gittikçe silikleşen bir hafızaya tanıklık ediyor. Üçüncü odada ise mekanı diagonal olarak bölen beton bir duvarın üzerinde yüzeye sabitlenmiş resimlerden oluşan yerleştirmeye, sanatçının sergiye adını veren kitap-resimleri eşlik ediyor. Bu kitaplar, izleyiciye “Dağların, Taşların Ağladığı Gün”e bakmayı, dokunmayı salık veriyor. Sanatçı, son dönemde içinden koparıp atarcasına yoğun bir üretim itkisiyle gerçekleştirdiği resimlerinde, yüzey üzerindeki bilinçli kontrolünü elden bırakmayı seçerek akışkan ve rastlantısal bir jeste kendini teslim ediyor. Yüzler, ağaçlar, dağlar, nehirler, yer yer keskinleşen, sertleşen ve çamurlaşan çizgilere, bazen de gittikçe silikleşen, belirsizleşen ve yok olan lekelere dönüşüyor. Sanatçının resimlerinde kendini hissettiren bu gerilim, çalışmaların düşünsel zeminini oluşturan kavramlar dışında, üretiminde ele aldığı mecranın gerektirdiği ustalık ve yetkinlikten bilinçle vazgeçtiğinin altını çiziyor. Bu yaklaşımı, sanatçının kullandığı malzemeler arasındaki ortaklık ve uyumu arayışın aksine uyumsuzlukların, çekişmelerin, redlerin temasından doğan bir diyaloğu araştırdığını kanıtlıyor. Kağıdın, tuvalin, bezin, boyanın, suyun, çamurun, betonun ve her tür malzemenin üzerindeki “tahakküm”ünden vazgeçen sanatçı, yüzeyle kendisi arasında tesadüfe, akışa ve kestirilemez olana alan açan bir hemhal olma halinin peşinden gidiyor.
Rancière’in belirttiği gibi, sanatı politik kılan temel unsur, dünyanın düzenine dair aktardığı mesajlar ve duygular ya da toplumun yapılarını, toplumsal kimlikleri temsil etme tarzı değil. Tam da bu işlevlerle arasına koyduğu mesafe, tesis ettiği zaman ve mekân, bu zamanı şekillendirme ve bu mekânı doldurma tarzı, sanatı siyasal kılıyor.[4] Fulya Çetin de, yalnızca kullandığı malzeme ve mecraların içkin dilinde değil ele aldığı meselelerin derin politiğine de uygun bir mesafe alarak unutmanın, hatırlamanın ve tanıklığın imkan(sız)lığını dile getiriyor. Sanatçı, bilinçaltına itilmiş toplumsal travmalarla ve telafisi mümkün olmayan bir geçmişin yüküyle bağ kuran, kolektif belleğin faillerinin bilincinde ve mağdurlarıyla ortak acıyı paylaşan, temsil edilemez olanı kamusal alana taşıyan bir tanık olarak karşımıza çıkıyor. “Dağların, Taşların Ağladığı Gün” dünde yitirilen ne varsa geri getiremese de yitirilmiş olanı hafızaya geri çağırırken yarına karşı iyimser olmayan bir umudu bu “gün”de yakalamaya çalışıyor.
DERYA YÜCEL
[1] Pierre Nora, Hafıza Mekânları, çev. Mehmet Emin Özcan, Ankara: Dost Kitabevi, 2000, s.17
[2] Terry Eagleton, İyimser Olmayan Umut, Çev. Emine Ayhan, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2016
[3]Matt Ridley, Akılcı İyimser: Refahın Evrimi, Çev. Mehmet Doğan, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2013
[4] Jacques Rancière, Estetiğin Huzursuzluğu, çev. Aziz Ufuk Kılıç, İstanbul: İletişim Yayınları, 2012, s. 27
On ‘the Day the Mountains and Stones Cry’,
Clinging to a Non-optimistic Hope
”…there can be an only one reason why we’re constantly talking about memory:
There is no more memory” [1]
What remains of the “day”, in a day in the wreckage of a dust-filled past, surrounded with pain, death, destruction and suppression? It is such a day for a very long time, every day is a repetition of such a yesterday…In “the Day the Mountains and Stones Cry’”, Fulya Çetin adds her inner voice to collective consciousness and reveals the forgotten and forced to be forgotten with a feeling flowing from mourning to a non-optimistic hope. The artist shapes hope in her struggle which she engaged with social pain, shame, boredom, helplessness, fear, numbness shared with a violence that strengthens human / conscience. And She also points out the awareness that hope is a responsibility that must be embraced with effort and effort. Seeking to clarify the ambiguous line between hopefulness and optimism, Eagleton argues that hope is the source of the chronic disruption of the history which keeps us in radical disagreement with today.[2] Because “reasonable optimism”[3]can turn into a blindsight, it can create an illusion by imprisoning the burden of the present and the past to the days believed in the future, and it can make us passive by becoming useless in the face of the facts, and it create an area to be supported for continuing status quo by preventing us to see the brutality of the current situation. Hope, on the other hand, can be a sign that the trouble is already occurred and acknowledged. Therefore, it can convince us that the trouble we are in must be transformed. As Benjamin points out, “the indispensable condition of political change is the rejection of optimism.” A non-optimistic hope is neither a catastrophic pessimism nor an unrealistic optimistic illusion. In “‘the Day the Mountains and Stones Cry’”, Fulya Çetin, firstly, looks at the society she lives in and the times she witnessed. She evaluates and discuss a reality still having a domination, power and government from political realities to daily rutins in a pessimistic environment. The artist embraces the pain and struggle resistance which she has accumulated against these ethical, ideological, political, conceptual and aesthetic phenomena, which she debates with her own inner voice, with a non-optimistic hope. Fulya Çetin demands the conscience lost in human beings and turns her face from stiff-cut conscience to mountains and stones.
“the Day the Mountains and Stones Cry’” shows the intellectual and mental states ,which the artist handles with long-established practice, like repetition, witnessing, remembering, forgetting, visual connotation, looking away, keeping silence, making ordinary in three different intertwined places. First installation meeting the audience consists of dry tree branches fused with concrete masses and tulles forming a path and , at the same time, a labyrinth between the tree branches. In the second room, portraits of children covering the wall witness an increasingly faded memory. In the third room, the installation consisting of paintings fixed to the surface on a concrete wall that divides the space diagonal is accompanied by the artist’s book-paintings that give the exhibition its name. These books advise the viewer to look and touch “the Day the Mountains and Stones Cry’”.
In her paintings, which she has recently produced with intense production impulse, the artist chooses to give up her conscious control over the surface and delivers herself in a fluid and random gesture. Faces, trees, mountains, rivers, occasionally become sharp, stiffening and muddy lines and sometimes they become increasingly faint, vague and disappearing stains. This tension, which makes itself felt in the artist’s paintings, underlines that, with the exception of the concepts that form the intellectual ground of the works, she gives up consciously to the mastery and competence required by the medium in her production. This approach proves that the artist explores a dialogue that emerges from the theme of incompatibilities, conflicts and rejections, as opposed to seeking partnership and harmony between the materials she used. The artist, who gave up her “domination” over paper, canvas, cloth, paint, water, mud, concrete and all kinds of materials, allows a space between the surface and herself that opens up a space for chance, flow and unpredictability.As Rancière points out, the main elements that make art political are not broadcast messages and feelings about the world order, or the way they represent the structures of society or social identities. The distance it places with these functions, the time and space it establishes, the way it shapes and fills this time and space, makes art political. [4] Fulya Çetin expresses the (im)possibility of forgetting, remembering and witnessing by taking a suitable distance not only in the immanent language of the materials and media she uses, but also in the deep politics of the issues she deals with. The artist emerges as a witness who connects to the subconscious social traumas and the burden of an irreparable past, is aware of the perpetrators of the collective memory, shares the collective pain of victims and carries the unrepresentable into the public sphere. Even though “the Day the Mountains and Stones Cry’” cannot bring back what was lost in yesterday, it call it back to the memory and tries to capture a hope that is not optimistic about tomorrow in to“day”.
DERYA YÜCEL
[1] Pierre Nora, Hafıza Mekânları, çev. Mehmet Emin Özcan, Ankara: Dost Kitabevi, 2000, s.17
[2] Terry Eagleton, İyimser Olmayan Umut, Çev. Emine Ayhan, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2016
[3] Matt Ridley, Akılcı İyimser: Refahın Evrimi, Çev. Mehmet Doğan, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2013
[4] Jacques Rancière, Estetiğin Huzursuzluğu, çev. Aziz Ufuk Kılıç, İstanbul: İletişim Yayınları, 2012, s. 27
2017